Hayır, hiç sıkılmazdık biz

16 HAZİRAN 7 dakika, 18 saniye 7 dakika, 18 saniye.

Hayır, hiç sıkılmazdık biz…

Bilgisayar klavyesine doğmuş genç bir kardeşim bana birgün bir soru sordu:

- Siz eskiden nasıl vakit geçirirdiniz? Yani ne bileyim, Playstation yok, Youtube yok, Facebook yok, İnstagram yok, cep telefonu yok, Whatsapp yok, Netflix yok. Ya Google bile yok!

Hiç sıkılmaz mıydınız?

“Ahh ah biz eskiden var ya…” İle başlayan cümleler kuracak kadar yaşlı değilim ama şunu net olarak söyleyebilirim ki benim yaşam süremde zaman çok hızlı aktı, değişim muazzam oldu…

Geçenlerde Meydan Larousse ile ilgili bir yazı okurken aklıma o kardeşimin sorduğu soru geldi. Yazıda şöyle bir ifade vardı: “ Meydan Larousse o dönemin Google’siydi ve sayfalarında dolaşmak Google’de sörf yapmak gibiydi.

Nasıl vakit geçirirdik?

Aslında zaman su gibi akıp giderdi. Hatta çoğu zaman yetmezdi bile. Bugün teknolojinin yardımıyla yapması saniyeler, dakikalar süren işler bizim saatlerimizi, günlerimi hatta haftalarımızı alırdı.

Mesela ödev yapmak…

Bugün size hazırlamanız için verilen bir konuyu araştırıp ödev haline getirmek ne kadar zamanınızı alabilir ki? İnternette araştırma yapıp, bulduğunuz metni kopyala yapıştır yapıp, çıktısını alana kadar geçecek süreyi az çok tahmin edersiniz.

Eskıden öyle miydi? Araştırma yapman gereken kitapla, ansiklopediler arasından doğru bilgiye ulaşmak, bulduğunuz o bilgileri kağıda dökmek, hele ki bu kaynak Meydan Larousse ve benzeri bir ansiklopedisi ise o karınca duası gibi yazıyı okuyup notlar almak oldukça zamanımızı alırdı. Tabii aradığımız bilgiye evdeki kaynaklardan ulaşabilecek kadar şanlıysak… Yok değilsek o zaman defteri kalemi alıp komşunun kapısını çalardık. Her evde bir takım ansiklopedinin bulunması dönemin olmazsa olmazlarındandı. İster faydalanmak için isterse salondaki büfeye dekor olsun diye mutlaka Meydan Larousse, Hayat, Britannica vs gibi gösterişli ansiklopediler evlerin başköşesini süslerdi. Komşuda olup da bizde olmayan ansiklopedilerden faydalanmak için illa ki yanımızda defter kalem götürürdük zira ansiklopedilerin bulundukları odaların dışına çıkması adeta bir tabuydu. Kısaca bügün 15-20 dakika bile sürmeyecek bir ödevin hazırlanması için harcadığımız zamanı varın siz düşünün.

Bugün canınız futbol oynamak istediğinde ne yaparsınız? En yakın halı sahaya telefon açar rezervasyon yapar saati gelince de gider güzelce oynar gelirsiniz. Arsa bulma derdi yok, top derdi yok, kale kurma derdi yok…

Eskiden top oynamak istediğinizde iki alternatifiniz olurdu. Yakınlarda boş bir arsa ya da bir okul bahçesi olan bir mahallede yaşayan şanslılardansanız sorun yoktu, ağabeylerden artan zamanda gidip oynayabilirdiniz. Okulda oynayabilmenin şartı ise okulun görevlisi ağabeyle iyi geçinmekten geçerdi. Eğer o şanslı ekipten değilseniz o zaman yapılması gereken işler, aşılması gereken engeller vardı. Öncelikle maç esnasında sokağa park edilmesini engellemek -ki o zaman araç azlığından böyle bir şey mümkündü- halihazırda park edilmiş arabaların sahibi amcalara ricacı olup arabaları ileri park ettirmek ve tabii ki bir top bulmak. Bu nasıl bir kaderdir ki o bulunan topun sahibi futboldan anlamayan mahallenin en gıcık en mızıkçı çocuğu olurdu. İlk kızdığında da ya topunu alır gider ya da kızdığı çocuğu oyundan atardı. Kaleler iki tane irice taştan oluşurdu, iki taşın arasındaki mesafe adımla ölçülür iki kale de eşit ölçülerde hazırlanırdı. Takım kurmak ayrı bir dertti. İyi oynayanlar ve kötü oynayanlar eşit bir şekilde dağılmalıydı ki maç keyifli olsun. Onun çözümü de iki iyi oynayanın kaptanlığında aldım-verdim yapmaktı (bilmeyenler Google’ye bakabilir) takımlar da kurulduktan sonra keyifle bir maç yapacağınızı düşünüyorsanız aldanırsınız. Çünkü son bir tartışma daha vardır. Ankara’yı bilenler bilir, yokuşları meşhurdur. Bu yüzden de eğimsiz sokağa rastlamak da zordur. Böylesi eğimli sokaklarda maç yapmak zordur, strateji gerektirir. İlk yarı aşağı kaleyi almak avantajdır çünkü ikinci yarı yorulduğunuzda yokuş aşağı oynamak daha kolaydır. Bu sorunu da bir şekilde atlattıktan sonra maç başlar. Maç başladığı gibi biter sanıyorsanız tabii ki aldanırsınız. Bu kez de sokaktan geçen arabalar yüzünden durmak zorunda kalırsınız. Kale taşları yoldan çekilir, araba geçer taşlar tekrar yerine konur. İşte bu noktada topun sahibi gıcık çocuk devreye girer.

“Kaleyi küçülttün oğlum, bana ne tekrar adımlayın…”. Bu badireyi de atlattıktan sonra her maç olmasa bile 2-3 maçta bir balondan hallice olan plastik top patlar. Eğer öncesinde patlak bir plastik topu diğer bir topa kılıf yapmamışsanız kaçınılmaz son mutlaka tecelli eder. Bu arada, arabaların altına sıkışan topları ya da bahçesindeki çiçeklere zarar verdimiğimizi düşünen kapıcı amcaların kovalamalarından bahsetmiyorum bile…

Cep telefonu olmadığı dönemlerde arkadaşlarla buluşmak ayrı bir maceraydı. Konum at geleyim, haydi nerede kaldın gibi aramalar yapmak olası değildi. Evden çıktığın anda ulaşılmaz olurdun. Konum atma gibi bir anlayış yoktu onun yerine sabit konumlar vardı. Yine Ankara için; Gima’nın önü, Kavaklıdere Pasajı’nın önü Atakule vs gibi yerle atılan değil ama buluşulan konumlardı. Evden çıktığınız anda kaderiniz arkadaşınızın buluşma saatine ne kadar sadık kaldığına bağlıydı. Bekleyip bekleyip döndüğüm çok olmuştu. Bir keresinde inat edip bir arkadaşımı 1,5 saat beklemiştim. Benim o kadar zaman beklemem saçmaydı ama arkadaşımın 1,5 saat sonra gelmiş olması daha da saçmaydı.

Cep telefonu ve Whatsapp’ın olmadığı yıllarda en hızlı mesajlaşma yöntemi yıldırım telgraftı. Telefondan telgraf servisini arayıp mesajı yazdırır, adresi bildirirdiniz. Ben en son 90’ların sonunda bir sabah, akşamki bir nikah için yıldırım telgraf göndermiştim. Benden önceki zamanlarda telgraf için postaneye gitmek şarttı. E-postanın babası mektupla iletişim için günler haftalar beklemek gerekirdi.

Ben müzik dinlemeye heavy metal ile başladım. Bu müzik türünü dinlemek; Spotify, Youtube vs gibi tek tıkla albümlere erişebildiğiniz mecraların olmadığı zamanlarda oldukça emek gerektiren bir işti. Her şeyden önce yeni çıkan albümlerden haberdar olmak gerekiyordu. Bunun üç yolu vardı. Yurtdışında yaşayan bir akrabanız varsa onlardan dönem dönem Metal Hammer ve Kerrang gibi heavy metal dergileri temin etmek, radyoda hafta birer gün yayınlanan, Serdar Öktem ve Şener Yıldız’ın hazırladıkları Meridyen ve Rock Dünyasından programlarını dinlemek ya da bizim en sık kullandığımız yol olan Ankara Moda çarşısındaki Dorian Gray isimli plakçıya gidip Ahmet Ağabey’den öğrenmek. Sahneyi şöyle canlandırın gözünüzde. Bir pasaj; gelinlikçi, bayan iç çamaşırı satan bir dükkan, tuhafiyeci, vitrininde kanlı kurukafaların olduğu plak kapaklarının bulunan Dorian Gray ve kumaşçı…

Tabii ki yeni çıkan albümleri öğrenmekle iş bitmiyordu. Harçlıklar yeteri kadar biriktiğinde ya Dorian Gray’a ya da Tunalı Pasajındaki Süleyman Ağabey’e gidilip sipariş verilirdi. Eğer albümün plağı gelmişse bir hafta içinde kasete kaydedilmiş olarak elinize geçerdi. Yok plak henüz sipariş edilmişse en az 2 hafta beklerdik. Albümü alıp eve gelmeniz de hemen dinleyebileceğiniz anlamına gelmezdi. Evlerde bir tane teyp olurdu ve eğer sizden büyük ağabeyiniz, ablanız varsa sıranın size gelmesini beklerdiniz. Bu sorun yurtdışındaki akrabanızın yazın size getireceği walkman ile bir nebze olsun çözülürdü…

O gün genç kardeşimin sorduğu soruyu cevapsız bırakmıştım. Şimdi bir cevabım var. Hayır, kesinlikle sıkılmazdık. Bizle, şimdikilerin yaptığı şeylerin aynısını zaman ve emek harcayarak yapardık. Belki de bu sebepten o gün yaşadıklarımızın çok daha değerli olduğuna inanırız.

SINEM UNLU

Vay be, beni benden alan bu yazı için çok teşekkürler. O günlere geri döndüm <3

29 AĞU 2021