DAĞLAR DA SEVER Mİ?

18 OCAK 2 dakika, 54 saniye 2 dakika, 54 saniye.

Dağlara bakıyordum, karşımda duran bu sıra sıra dağlar acaba ne kadar süredir oradaydılar, daha benim gibi kaç insan o dağlara bakıp dertlenmişti?

Her şey geçici onlar kalıcıyken, acaba alay ettiler mi insanlarla?

Oysa ben denizleri severdim, bu dağların bana bu kadar huzur vereceğini ve içimdeki tüm endişeleri, üzüntüleri, hayat kaygısını silip süpürebileceğini kestirebilseydim belki daha önceden gelirdim buralara…

Kuralları vardı, olmazsa olmazları. İnsanlara hep tepeden bakar kimseyi dengi görmezdi. Çevresine çizdiği çemberin içine hapsolmuştu haberi yoktu. Kibrinden kimseyi de gerçekten sevememişti. Nasıl yaşamıştı, ona baktıkça şaşırıyordum.

İlk görüşte anlamıştım onun hayatta gerçekten birini karşılık beklemeden sevmediğini, varını yoğunu biri için harcamadığını…

Bazen hayat acımasa da sana sevmeye devam edersin. Sevmek öyle bir eylem ki için yansa da cayır cayır, hissetmezsin…

Yanmayanlar bilemezler sevmenin ne demek olduğunu ve sadece sevilmek isterler. Oysa sevmeden sevilmek mümkün müdür? Tuzsuz yemeğe benzer belki de…

O da öyleydi, kendi benliği ile o kadar bütünleşmişti ki, sevmek için bile kurallar koyuyordu.

Sevgiyle iyileşemeyecek yara yoktur, bazıları sevilmekten bile korkarlar, nasıl seveceklerini bilmedikleri için bence.

Dağ gibi serttir bu insanlar, oysa sevgi dağları bile deldirecek güce sahiptir…

İnsanları okumaya çalışmayı bırakamayacağım sanırım. Bir insanı okuyabilirsen ona kızmayı bırakırsın, tüm yanlış davranışlarına rağmen sevebilirsin ve onu gönül rahatlığıyla azat edebilirsin…

Ama okuyamayıp yarım bıraktıkların var ya en çok onlar acıtır canını. Anlamlandıramadığımız her acı bizi daha çok acıtır ve sonra hoş geldin kendi zihin hapishanene…

O yüzden sonuna kadar gitmeyi severim, kitabı yarım bırakmayı sevmem…

Yaşamam, anlamam lazım biliyor musun?

Hani ne demişti Oğuz Atay:

“Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.”

Ne zaman korksam yaşamaktan bu söz aklıma gelir ve içimdeki ses yaşamaktan korkma Tuğba der.

Aman ne çok düşündüm yahu…

Hepsi dağların suçu albayım benim değil vallahi…

-Hayırdır uzaklara dalmışsın. Neye bakıyorsun öyle?

-Geldiğini görmedim. Dağlara bakıyordum.

-Dağlar mı düşüncelere daldırdı seni.

-Sanırım evet. Bir arkadaşım şey demişti, küçük yerde yaşayınca bakış açın daralacak, eskisi gibi olmayacaksın, seni besleyecek, ruhunu dinlendirecek ortamlar olmayacak.

-Hocam baksana önün açık, her yeri görüyorsun, dağlar, ovalar, güneş ay, yıldızlar… Önünü görmeden yürüdüğün koca koca binalar arasında mı ufkun genişleyecek?

-Haklısın sen de… O arkadaşım da her boku bildiğini sanıyordu zaten…